Daha fazla öğrenmek için de gayretimiz var. Öğrenecek, görecek, gezecek, kavrayacak ne çok şey var. İlk bilgilerimizi bir düşünce sistemi ile ilişkilendirmeye başlayınca kendimizi o düşünce sisteminin anlatıcısı olarak görüyoruz. Başlıyoruz biliyorum dediklerimizi başkalarına öğretmeye.
Anlatmak, anlaşılmak uzun bir süreç. Kabul görmesi, takdir edilmesi ve yaşanılması öyle kolay olmuyor. Tutarlı olması isteniyor anlattıklarımızın, herkesçe uygulanabilir olması. Doğru olması ve güven vermesi de isteniyor. Belki bir kazanım sağlaması, öğrenildiğinde ne işime yarayacak sorusuna cevap vermesi. Bir de anlattıklarımızda bir iz aranıyor: Yaşanmışlık izi. Tecrübeyle sabittir, der gibi. Atadan, babadan ve töreden kalan miras gibi.
Konuşup anlattıklarımız birer söz esasında. Sözü öz yapan davranış ile tutarlı olması. Bir söz, ifade ettiği bir davranışın hareketlerinde ahlaki ise ağırlığı oluyor. "Öyle boş konuşma" diyoruz ya, davranışı yani ahlaki bir göstergesi olmayan sözün içi de, dışı da boşalıyor. Geriye kuru laf, boş söz kalıyor.
Son zamanlarda sözün özünü öyle bir boşalttık ki, "kendini gösterme, çok iş yapma, her işe atılma, sana mı kalmış, senin işin mi..." minvalinde kısıtlamalar ile özelikle başkalarına yönelik iş ve hizmet üretenler neredeyse elini ayağını çektiler işlerinden. Bir uyuşukluk, atalet ve durağanlık. Sanki konuştuklarını yapmaları için yazılı emir gelmesini bekler gibiler. Kendi sözüne, mesleğine ve işine yaptığı işin hareketini gerçekleştirerek sahip çıkmamaya başladılar.
Çok şey öğrenip, çok da konuşuyoruz. Hele hele çocuklarımıza da çok şey öğretip geleceklerini kurtarmak için çırpınıyoruz. Bizler birer anne ve baba olarak yeni doğan bebekten ne öğrendik? Sahi ilk defa kucağımıza aldığımızda, o kokusunu içimize çektiğimizde, ilk ağlamasında, ilk bakışında, gülüşünde, bizler çocuklarımızın talebesi olduk mu? Bu öğrendiklerimiz lazım bize.