Aslında konuşurken hepimiz iyiyiz. Aklı başında insanlarız. Emin ve güveniliriz. Çevreye, doğaya, insanlara ve hatta her türlü canlıya saygılıyız. Evlerimizde iyi birer eş, evlat; dışarda dürüst bir çalışan ve samimi dostuz.
Dünyanın bir köşesinde yaşıyoruz ve dünyanın başka bir köşesinde bir ağaç kesilse kendimizi sorumlu addeder ve düşeriz peşine. Bir göçmen kuşun kanadı takılsa uçarız peşinden. Kirlenen suları temizler, yere atılan çöpleri toplarız. En yakınımızdan çok çok uzaklara kadar her türlü sorun ve aksilik ile mücadele eder gözüken bir dil inşa ederiz kendimize. Ne kadar da duyarlıyız. Bu ve benzer idealler için her ortamda ileri atılmaktan asla çekinmeyiz. Siper ederiz kendimizi.
Keşke birer ayna taşısak dedelerimiz gibi ceplerimizde. Kapaklısından. Şöyle arada bir çıkarıp baksak kendimize. Ne zaman mı baksak? Bir sözü söylemeden evvel ve o sözü söyledikten hemen sonra. Acaba ne görürüz o aynada?
Bir sözü söylemenin gururunu taşıyan bir yüz ve akabinde söylediği söz ile kendi davranışları arasındaki çelişkiyi gözlerini kapatır gibi kapatıp örtmeye çalışan bir sima mı?
'Ben'liklerimiz çelişkilerle dolu. Elbette çoğunlukla masumuz. Mevcut düzen böyle diyerek biz de kapılıyoruz bu akıntıya. Ne de olsa devir imaj devri. Söylenen sözün bir 'takip-ölçer'i yok ya! Söyleyen sözün bir yaptırım gücü ve hükmü yok ya! Öyleyse söyle gitsin. Varsın söz feda edilsin, değersizleştirilsin. Hem kimse kimsenin sözüyle hareket de etmiyor ya!
Söz ile aramıza neler girdi neler... Şimdi boş verelim bu can sıkıcı şeyleri de dedelerimizden kalma kapaklı aynaları açıp bakalım yüzümüze. "Ben, yapamayacağım, tutamayacağım, hatta inanmayacağım sözü söylemeyeceğim" diyerek bir göz kırpalım aynaya. Belki diğer cebimizde de bir tarak vardır ve saçımızı da şöyle fiyakalı jilet gibi tararız.
Bir de bir sözü söylerken avuçlarımızın içine bakalım. Bu eller bu sözleri tutup taşıyabilecek mi diye?